Viking Gemisinde Dokuz Gün
Yarın sabah 7'de burada ol, hemen yola çıkacağız'' dediklerinde, yolculuğa katılmak için henüz karar bile vermemiştim.İstanbul'a gelen Viking gemisini duymuş, merak edip görmeye gitmiştim. Gemi dört yıldır Baltık Denizi, İngiltere, Fransa ve bütün kuzey Akdeniz'i dolaşmış ve İstanbul'a Kalamış marinasına gelmişti. İlgilendiğimi görünce, ekipte dört kişi kaldıklarını, bir kişiye daha ihtiyaçları olduğunu söyleyip onlara katılmamı teklif ettiler.
Yaz başı, bir Perşembe sabahı, saat 10 sularında Kızkulesi'ni arkamızda bırakmıştık bile. Boğazın şiddetli akıntılarına karşı gemideki yandan sarkıtmalı küçük motoru kullanıyor; o da yetmeyince küreklere asılıyoruz. Normalde motor yalnız liman giriş-çıkışlarında ve acil durumlarda gerekiyormuş, ama ne rüzgar yelken açmaya elverişli ne de yalnız kürekler yeterli. Boğazda akıntılar şiddetlendikçe kaptanımız Fredrik Koivusalo'nun talimatlarıyla akıntının daha az olduğu karşı kıyıya kürek çekiyor ve bu şekilde bir Asya bir Avrupa gidip geliyoruz.
İstinye'ye vardığımızda saat artık öğleden sonra 2 olmuş ve günün ilk yemek molasını hak etmiştik. Günlük rutine göre öğle yemekleri salata ile geçiştiriliyor, varsa hafif bir beyaz şarap buna eşlik ediyor.Tekrar yola çıktığımızda hedefimiz, geceyi geçirmeyi planladığımız Poyrazköy. Fakat bir süre yol aldıktan sonra sadece akıntılarla değil Boğazın öğleden sonra kuzeyden esen rüzgarıyla da boğuştuğumuzu anlayınca küçük, korunaklı bir koyda demirleyip akşamı beklemeye karar veriyoruz. Poyrazköy limanına girdiğimizde saat akşam 8 buçuğu gösteriyor. Boğazı geçmemiz bütün bir gün sürmüş.Birisi bana, bir gün boğazı kürek çekerek geçeceğimi; hem de 9. yüzyıl modeli bir Viking gemisiyle bu işi yapacağımı söyleseydi herhalde çok gülerdim.
Aslında gemimize tekne demeyi daha uygun buluyorum. Zira boyu 12 m, genişliği 3 m; üstelik kapalı bir kabin ya da kamarası yok. 1976 senesinde Finlandiya körfezindeki Lapuri adasının yakınında bulunan 1000 yıllık batık bir geminin kopyası bizimki. Adı, ''Heimlösa Rus''. Evsiz-yurtsuz Rus anlamına geliyor. Kadim zamanlarda Araplar, Vikinglere ''Rus'' derlermiş...Bizim tekne, bu akıl almaz projenin ikinci gemisi. ''Rus'' adındaki ilk gemi Letonya açıklarında batınca bu ikincisini yapmışlar. İşin asıl ilginç yanıysa, Vikingler 9. yüzyılda bu gemilerden yüzlercesi ile gelip İstanbul'u iki defa kuşatmışlar. Tabii, bizim Heimlösa Rus'un böyle bir niyeti yok!Güzel ve hakedilmiş bir uykudan sonra sabah limanda kahve kaynatıp sıkı bir kahvaltı ediyoruz. Hava çok durgun ve kapalı. Bugünkü hedefimiz Şile'ye, ormanlarla kaplı kıyı şeridini seyrederek, yunusların eşliğinde, önemli bir sorun yaşamadan ulaşıyoruz.
Akşam gemimizin taştan yapılmış ocağında kızarttığımız istavritleri afiyetle yiyip enerji depolarken gezi hakkında konuşuyoruz.Bodrum'dan 1 Mayıs'ta yola çıkan ekip, iki hafta süren bir yolculuğun sonunda vardığı İstanbul'da, üç elemanını benim de dahil olduğum yeni üç kişiyle değiştirip Karadeniz kıyısı boyunca doğuya doğru ilerliyordu.
Projenin hedefi, İnebolu'ya kadar Türkiye kıyılarından yol almak ve tekrar ekip değişikliği yaptıktan sonra Karadeniz'i ortadan kuzeye doğru geçip Ukrayna'da Yalta Limanı'na varmak, oradan da Azak Denizi'nden Rusya'nın Kostov kentine ulaşmak. Kışın Rusya'da kalacak gemiyle, gelecek bahar kanallar yoluyla kuzeye çıkılacak; en sonunda da yolculuğun başlangıç noktası olan Finlandiya'ya dönülüp proje tamamlanacak. Niye özellikle bu rota diye soracak olursanız; amaç, Vikingler'in İstanbul'a kadar gelip Karadeniz üzerinden süren, daha önce sözünü ettiğim uzun yolculuklarının bin yıl sonra tekrarlanması. Üstelik, neredeyse benzer koşullarla... Bu yüzden gezi, arkeolojik bir önem taşıyor.
Üçüncü gün yolumuz uzun: Şile'den Kefken'e kadar gideceğiz. Şafakla birlikte, saat 6'da yoldayız. Kapalı hava öğlene doğru açıyor. Biz de bunu fırsat bilerek dünden tuzladığımız istavritleri iplere gererek güneşe doğru asıyoruz. Gün oldukça sakin devam ederken, kıyıyı bile zar zor seçebildiğimiz bir yerde, birden birkaç eşek arısı musallat oluyor. Sadece birkaç tane derken gittikçe kalabalıklaşıyorlar ve bir anda sayıları yüzleri, belki binleri buluyor. Ekibin İsveçli üyesi Jan, katran yakıp dumanıyla arıları kovmak istiyor ama neredeyse biz boğulacağız. Sonunda başka çare olmadığını anlayınca yapılmaması gerekeni yapıp bir katliama girişiyoruz. Biz birkaç yarayla kurtulurken arılar yüzlerce ölü vererek pes ediyorlar.
Gemi Fin gemisi olmasına rağmen mürettebatta farklı ülkelerden insanlar da oluyor. Yolculuğun bu bölümünde, kaptan Fredrik Koivusalo Finli ve esasen radyolog doktor. İsveçli Jan Mellring, ülkesinde tarihî gemi restorasyonu yapıyor. Atso Leikas da Finli bir gemi yapımcısı ve tamircisi. Ekipte Türkiye'yi temsilen yalnız değilim: Kemal Saatçi, Kuşadası marinasında çalışıyor ve Vikinglerimizle oradan tanışıyor. Ne yazık ki, yarın sabah Kefken'den ayrılıp işine dönmesi gerekiyor. Proje tamamen gönüllü katılımlarla gerçekleşiyor.Dördüncü gün yolculuğumuzun en uzun mesafesini kat edeceğiz. Niyetimiz Kefken'den yola çıkıp Akçakoca'ya uğramadan, doğrudan Karadeniz Ereğlisi'ne varmak. Toplam 60 mil ediyor. Sabah hava kapalı ve rüzgarlı. Denize çıkmadan önce en büyük korkum, -fırtınaları saymazsak- deniz tutmasıydı; bugüne kadar hiç sorun yaşamadım, ama bugün dalgalar hayli ürkütücü. Havanın kapalı olması ise tam bir korku filmi atmosferi yaratıyor. Midem sabahleyin oldukça fena durumdaydı. Biraz sabır, biraz sabır diyerek öğleyi getirince ve hava açınca, kendime gelir gibi oluyorum.Karadeniz Ereğlisi'ne yola çıktıktan ondört saat sonra akşam karanlığında varıyoruz. Yöre halkı tarafından çok sıcak karşılanıyoruz; herkes ilgili ve bizi rahat ettirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. O akşam balık eşliğinde rakılar içiliyor.Ereğli'de ekibe iki yeni üye katılıyor; ikisi de Finlandiyalı: Marja-Ritta Topçu ve Seppo Suhonen. Marja-Ritta müzisyen ve sayesinde bundan sonra gemimizde gerçek Viking müziği dinleyeceğiz.
Ertesi sabah yüzüme damlayan yağmur damlalarıyla uyanıyorum. Bugün Jan'ın son günü ve onu Zonguldak'ta bırakmamız gerekiyor. Dalgalar insanı ürkütecek boyutlarda olmasına rağmen kaptanımızı sevindiriyor; çünkü rüzgar lodos. Aslında bu mevsimde buralarda lodosa pek rastlanmazmış. Ama şansımız uzun sürmüyor; Zonguldak'ta girdiğimiz limandan, bu defa da fırtına yüzünden çıkamıyoruz. Dalgalar karşımızdan öyle şiddetli geliyor ki, burnumuzu dışarı çıkarmamıza müsaade etmiyor. Kaçırdığımız her dakika için kaptan bize ve sağa sola bağırıyor. Sonunda limandan çıkmayı başarıyoruz.Bundan sonraki hedef, geceyi geçireceğimiz Amasra.
Uzun ve yorucu bir günün sonunda gece 10 buçuk sularında Amasra limanına giriyoruz. Gemimizi limana çektikten sonra kısa bir şehir turu yapıyoruz. Bu kısa gezi sırasında bile Amasra'nın çekiciliğine kapılıyoruz ve orada bir gün daha geçirmeye karar veriyoruz.Ertesi sabah kahvaltıdan sonra şehri ve çevresini gezmeye çıkıyoruz. Amasra'nın gördüğüm en güzel ilçelerden biri olduğu düşünüyorum.Kaptan ve Marja-Ritta Amasra Lisesi'ne davet ediliyorlar. Öğrencilere gemi ve Vikingler üstüne İngilizce bir dersin ardından ekip sınıfla birlikte gemiye geliyor. Bu ziyaret, çocukların İngilizce pratik yapmaları için de çok iyi bir fırsat tabii... Marja-Ritta da yanındaki Vikinglere özgü müzik aletlerini göstermekten keyif alıyor. Sahilde akşam yemeğimizi hazırlarken herkes bizimle ilgili. Meraklı bakışlar arasında Türk olduğum anlaşılınca soru yağmuruna tutuluyorum; nerede yatıp kalkıyoruz, gemideki postlar ne postu, yağmurda ıslanmıyor muyuz, üşümüyor muyuz, tuvalet ihtiyacımızı nasıl karşılıyoruz, biz deli miyiz...Gerçekten de en çok sorulan sorulardan biri nerede nasıl yattığımız idi. Gemide daha önce bahsettiğim gibi kamara yok. Önünde ve ardında birer kişilik boş yer ve iki yanında 25-30 cm genişliğinde boydan boya bank var. Bunların üzerine, kuzeyde soğuk iklimlerde yaşayan elk geyiğinin postlarını serip onların üzerinde uyku tulumlarımız içinde uyuyorduk. Belki inanmayacaksınız ama, uzun süredir en rahat uykumu bu yolculuk sırasında, o bankın üzerinde uyudum.
İşte sekizinci gün de geldi ve yine yoldayız. Kaptanımız, sahil boyunca, Karadeniz'in tam korunaklı üç doğal limanından biri olan Gideros (Sütlüce) koyunu arıyor. Sonunda birbirine benzeyen kayalıklar arasında girişi buluyor ve koya giriyoruz girmesine ama, çıkmak o kadar kolay olmuyor. Yeniden yola çıkarken dalgalar öyle güçlü ki, başka bir teknenin yardımına ihtiyaç duyuyoruz. Zorlu bir yolculuğun ardından, akşam hava kararırken Cide'ye varıyoruz.Heimlösa Rus, tamamen kaptanımız Fredrik tarafından yapılmış.
Tahtaları Finlandiya'daki ormanlardan kendi sağlamış; üstünde yattığımız geyik postlarını kendi avladığı geyiklerden hazırlamış; ipleri at kılından kendi örmüş. Kap-kacaklar tahtadan, her şey orjinaline uygun şekilde hazırlanmış. Ancak, Heimlösa Rus'u gören deneyimli balıkçılar, yaptığımız işin pek akıl kârı olmadığını, bu tekneye fazla güvenilemeyeceğini söylüyorlar. Oysa bizimle gelselerdi, düşünceleri hemen değişirdi. O kadar dalga yedik, ama geminin denizden yalnızca 30 cm yüksekliği olan en alçak kısımlarından bile içeri bir damla su girmedi. İnsan kendini bu gemide okyanusta bir ceviz kabuğundaymış gibi hissediyor.Artık benim ve Marja-Ritta'nın gemideki son günü. Hedef İnebolu. Onlar orada gerekli bürokratik işlemleri hallettikten sonra Ukrayna'ya devam edecekler. Benim vize almak için vaktim ve param olmadığından, ne yazık ki, İnebolu'da gezimi noktalıyorum.Yolculuk boyunca, özlediğim birkaç şey vardı sadece. Bunlardan en önemlisi rakı kokmayan bardaklardı. Bardaklarımız tahtadan olduğu için ilk içilen rakının anason kokusu iyice içine işlemişti ve bundan sonra bir türlü bu kokudan kurtulamamıştık. Her içtiğimiz şey aynı tattaydı. Benzer durum, çorbamız için de geçerliydi. Nedense her yaptığımız çorbanın, domates olsun, sebze olsun, rengi ve tadı aynıydı. Bunun nedenini bir türlü çözemedim.
Sinan Çakmak, fotoğraf sanatçısı
sky life dergisinden alınmıştır.