25.05.2002 Tanju
Selam Sevgili Dostlar36.34 N 42.28 W
yerel saat 21:00 (02:00 utc)
Rüzgar 12-14 civarı esiyor, yaklaşık 5mil süratle gidiyoruz. Dün akşama göre hiçte fena değil. Dün akşam bu saatlerde motorları calıştırmıştık.
Dümen suyumuzda 1600mil kaldı, Azorlara ise daha 800 mil var. İstanbul'dan Gelibolu'ya, yanılmıyorsam 120mil olduğunu düşününce insan ürperiyor, sabırsızlaşıyor, kısacası bir iç çekiyor.
Barometremiz hala 1028mmHg civarında, hava nemli, ama sıcak değil, tabii Guadelup'a oranla. Guneş batınca üşümeye basladık. Dün akşam yemek esnasında rüzgardan korunmak için kokpitin sancağına çektiğimiz brandayı bu akşam daha delikleri kapatan ve sağlam bir sekilde koyduk, bütün aksam da tasiyacagiz. Güney rüzgarının getirdigi nemden bizi korur.
Dert soğuk değil, rüzgar değil, şimdilik, tek dert nem. Cünkü ısıyı iletiyor. Denizde cok giyinmeye ihiyaç yok, bilincli giyinmek gerekiyor sadece.
Bu aksamki ilk nobet Eric'le bende, o kokpitte uzandı, laptop'un boşalmasını beklerken, masanın üzerinde titrek titrek sarı ışık saçan gaz lambamızı seyrediyor. Daha cok bekleyecek, biraz sonra dalar zaten, sonra o makinanın başına geçince de ben dalarım.
Tatlı bir daliş oluyor, sonra birden ya bosalıp dolan yelkenlerin, ya dalganın sesiyle birden yerinizden kalkıyor ve güverteye cıkıp ufku kontrol ediyorsunuz, Dümenin basına geçip rota, rüzgar açısı kontrolleri yapıyorsunuz, sonra da "nasıl olsa bir şey yakalanmamıştır" diye dümen suyumuzda bıkmadan bizi takip eden oltayı bir yokluyorsunuz, son bir gayretle seyir masasına gelip aletlere bakıyorsunuz. Tüm klasiklerden sonra cok uyudugunuzu farketmişseniz, ortağınıza "çay içer misin?" diye sorup bir sigara yakıyorsunuz.
(merak etmeyin baslamadım, hala küçük purolara ve pipoya devam). Klasik nöbet geceleri böyle oluyor. Tabii bazen rüzgar değişiyor, ufukta bir ışık, bir tekne beliriyor, veya radarınızda size doğru gelen bir yağmur oluyor, biraz hareket oluyor o zaman.
Yaptığımız cesaret mi istiyor, bilgi mi istiyor; sanmıyorum, sadece biraz para istiyor.Bilgi istiyor ama nereye kadar? 15.yüzyılda Colomb Atlantik'i geçmişti. 19.yüzyılın sonunda Joshua Slocum kendisinin topladığı Spray adlı teknesiyle dünyayı tek başına dolaşmıştı. Sevgili Sadun Boro abimiz Kismet'iyle dünyayı turlarken diğerlerinden ne kadar fazla bilgiye "olmazsa olmaz"diyerek ihtiyaç duymuşdu?
Bugün ise dünya çevresinde, güney denizlerinde millet rekor kırmak için dümenin başına geçiyor, teknoloji o kadar işin içinde ki.....Bundan 10 yıl önce yakınlarınızdan geçen bir gemiden meteo raporu alınca sanslı olunuyordu, bugün biz bile hergün MaxSea ve Navimail'den meteo raporlarını internetten indirip MaxSea adli bir program vasıtasıyla yorumluyoruz. Aynen bilgisayardaki bir taktik oyunu gibi. Bilginin sonu yok. Ama gerekli bilgi ne kadar, nerede?
Gözümüzü değil, kalbimizi açıp doğayı algılamamız gerekiyor, tüm bilgi orada var esasında. Mesela bu sabahki bulutlar dünküyle aynıydı, ve diğer bulutlardan hemen farkediliyorlardı. Merak ettim, açtım kitabı. Cirrostrotus'larmis, genelde güneyden ve batıdan hafif rüzgar getirirlermiş, hakikaten de son iki günkü durum bu. Al sana bilgi işte.
Bugün, ismini vermeyeyim, ortaklardan birisi yeni bir kavanoz açtı, kapağını sarmalayan jelatini sıyırıp rüzgara bıraktı, sinir oldum, daha önce de şamatayla konuyu belirtmiştim, bir şey demedim, ama itiraf edeyim içimde de kaldı.
Öğleden sonra arka güverteye çıktığımda, jelatinin teknemizin arkasina asılı botun icinde durduğunu gördüm, sevindim birden, tarifsiz bir sevinçti. Bıraktım orada kalsın, görsün diye. Azorlara kadar da bırakacağım.
Kısacası doğayı unutmayalım, o hastaysa biz de hastayız, o mutluysa biz de mutluyuz, onun bilinçi yerindeyse bizimki de yerindedir.
Bu sabah 06-07 sularında daha motorla seyrederken birden yunuslar geldi, ikişerli ikişerli...sancak, iskele, ön arka, teknedeki sevinci görmeliydiniz. Pascal "oltayı topla takılmasınlar" diye bağrıyordu. Biraz kalıp gittiler, sonra kuşlar, sonra uçan balıklar, sonra balinalar..... hepsi tarifsiz bir mutluluk kaynağı, güven kaynağı. Onları görünce insan buralarda tekbaşına olmadığını anlıyor.
Cesarete gelince... izafi bir konu, kişiden kişiye değişen bir konu. Benim yaptıgımı cesurca bulanlar var. Alakasi yok. Ben çocukluğumdan beri denizdeydim (mecazi anlamda), en fazla da denizden ve dişci koltuğundan korkarım. Burada evimde gibiyim, hatta Istanbul'un deprem korkusunu düşünürseniz....:))))))
Alışkanlıklardaki değişiklikler de insanda bir korku yaratmıyor değil. Her akşam kabininize mutlu olarak vardiğınızda sizi koca Atlantik'ten ayıran sadece 5cm. Dalganın her vuruşu, suyun her zerresinin sesi genlerinize kazınıyor, tekneden çıkan yuz çeşit ses de salatanın sosu gibi. Ama çıkıyorsunuz işin icinden, seviyorsaniz tabii...
Yani yapılan işin riskleri var, esasında Atlantik geçişi ile Marmara'nin geçilişi arasında bir fark yok. Burada yardım biraz daha geç gelir :)))))
İnsan bilmediğinden korkar, o zaman bilin, ögrenin.Bence buradaki tek cesaret konusu kişinin kendiyle başbaşa kalmasında. Kacamıyorsunuz kendinizden, çareniz yok, belli bir zaman sonra dinlemeye baslıyorsunuz kendinizi, hesaplar, korkular, hırslar, inançlar...hepsi tek tek önünüze seriliyor. Dinliyorsunuz, cevaplıyorsunuz, soruyorsunuz, tekrar...tekrar...işte o zaman içinizde başka birisiyle tanışmaya baslıyorsunuz, esasında çok iyi tanıdığınız birisi, çocukluk arkadaşınız diyelim.....dost oluyorsunuz sohbet devam ettikce.Dostluktan zarar cikmaz ki....
Bilmiyorum bu mail kimlere kadar gidecek, ama her gidenden nacizane bir isteğim olacak. Dogayı koruyun, kendinizi dinleyin.
Bu aksam da buralardan esenler bu kadar, Eric uyanıp klasik turunu attı, sigarasını yaktı, "çay içer misin?" diye sormadı, bari ben ona sorayım.
Sevginiz eksik olmasın
Tanju