BOĞAZİÇİ'NDE SU PERİLERİ İLE DANSIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ
kayıkların boğaz sularına batıp çıkmasını görmüş bu manzarayı Boğaziçi'de su perileri ile dansın dayanılmaz hafifliği olarak algılamış olmalıdır.
Halis bir Türkçe olan ''kayık'', kaymak fiilindendir. Öbür bütün isimler , kayığın kullanılış yerlerine ve sahiplerine göre değişen hususiyetlerden doğmuştur. Kayık belirli bir cins ve tür adı olmayıp, Boğaziçi ve Haliç sularında insan ve eşya taşıyan, küçük ölçekli ulaşım vasıtalarıdır. Kayıkların bir çok çeşidi vardır:Saltanat Kayığı, Piyade, Pereme, Pazar Kayığı, Ateş Kayığı, Safra Kayığı vb. örneklerini çoğaltabiliriz
Kayık, İstanbul'da yaşayanların beş asra yakın bir zaman boyunca sosyal yaşamını tamamlayan, Boğaziçi ve Haliç'in hem taşıma aracı, hem de bir teferrüc vasıtası olmuştu. Boğaziçi'nin tabiatla haşır neşir hayatında denizin, yelpazeler gibi açılan peyzajların ve tertemiz rüzgarların tadını en iyi duyuran binek aracı olan kayık, günlük rutin kullanımlardan başka, Boğaziçi su üstü eğlenceleri ve mehtap gezilerinin de ayrılmaz ve vazgeçilmez parçasıydı. İstanbul halkının vazgeçemediği bu kayıkların zerafet ve güzellikleri de dillere destandır.
Bir Fransız seyyahı olan Gerard de Nerval, Boğaziçi'nde rengarenk ve ahenk içinde iki kıyı arasında işleyen kayıkları gördüğünde hayretler içinde ''burası muhakkak dünyanın en güzel yeri'' derken, hiç kuşkusuz bir kuş kadar hafif ve zarif şekilde kayıkların boğaz sularına batıp çıkmasını görmüş bu manzarayı Boğaziçi'de su perileri ile dansın dayanılmaz hafifliği olarak algılamış olmalıdır.
Boğaziçi'nin masalımsı atmosferi içinde kayıklarda görev yapan hamlacılar küreğe geçip kayığı hareket ettirdiklerinde, uzaktan onlara bakanlar, tek bir küreğin hareket ettiğini zanneder, bu uyumlu kürek çekişini yabancı seyyahlar, Avrupa saraylarındaki dansın ahenkli ritmine benzetirlerdi.
Yabancı seyyah ve gezginlerin diliyle Boğaziçi'nin vazgeçilmezlerinden olan Piyade Kayığı, birer su perisi, suların başına tac ettiği birer nazlı efsane olarak nitelenmektedir. Piyadeler, ağır başlı, vakarlı, incelmiş bir medeniyetin elinden çıkmış bu rüya ve hülya beşikleri, sanki insan hünerinin değil de, Boğaziçi sularına Allah'ın bir lütfu idi. İki ve en fazla altı kürekli olan piyadeler, ince ve hafif olmalarından dolayı Boğaziçi'nde güzelliklerini, cazibelerini duya duya, duyura duyura, fevkalade bir hızla su üzerinde kayar giderdi. Boğaziçi'nde doğmuş bir mahluk, bu suların içende baş çıkarmış bir deniz perisi gibi, köyleri ve kıyıları birbirine bağlayan bu tekneciklerin, arka taraflarıyla sağ ve sol küpeştelerinden sulara sarkan sırma ve kılaptan işlemeli kadife ve ipekten örtüler bulunurdu. Bu örtülerin rüzgarda uçmaması için pirinçten, nikelden veya gümüşten takılmış toplar, balıklar, denize kadar sarkarak adeta sularla cilveleşirdi.
İngiliz gezgini Sanderson, Saltanat Kayığının güzelliğini şöyle tarif etmektedir: ''Bostancıbaş'ının sorumluluğu altında Saltanat Kayığının pupası tamamen fildişi veya deniz atı dişinden, sedef ve altından, çeşitli mücevher kakmalıdır.'' Saltanat Kayıklarında bütün gövde, kenarlardan süslemelerle bezenir; bu tezyinat baş ve kıç taraflarında, doruk noktasına ulaşırdı. Başları kılıç gibi düz ve uzun veya yukarı doğru kıvrık tutulur, uzun tiplerinde ekseriya gümüşten veya altın yaldızlı tahtadan bir figür oturtulurdu. Kayığın arka tarafı sedef, bağa, gümüş, yaldız ve mücevherlerle süslü küçük sarayın bulunduğu kısımdı. Gümüş sütunlu, gümüş parmaklıklı bu minicik köşk, kırmızı ipekli, üstüne inciler ve cevahir işlenmiş, sırma saçaklı perdeler, ipek şilteler, yastıklar, halılar ve gümüş fenerlerle dayanıp döşenerek Padişahı Boğaziçi'nde gideceği yere götürmek için bekler, bir deniz perisi gibi süzülerek deniz üzerinde yer alırdı.
Saltanat kayığı, 19.yüzyılın Amerikan sefiri Cox'un ifadesiyle; "insana gerçekten bir cisim değil, bir hayal hissi veriyorlardı." İncecik bedenleriyle suyun üstünde süzülürken altın varakları parlıyor; köşkleri, kuşları göz alıyor; kendilerine güvenleriyle saltanatı temsil ediyorlardı şeklinde ifade etmektedir. Şair Leyla Saz Hanım Saltanat Kayıkları için şu ifadeyi kullanmıştır. ''Saltanat Kayıkları'na, yeryüzünde değil eşleri, benzerleri dahi olmayan birer minyatür su sarayları dense yeridir.''
Adolphus Slade'in "Kaptan Paşa" adlı eserinde, "Kayıklar, Türk oymacılık sanatının birçok yüzünü yansıtır. Bordaları, küpeşteleri, yelkenleri bile pek ince süslerle bezenmiştir. Türklerin nakkaş dedikleri boyacılar sonradan bu hatları altın yaldızlar ve çeşitli boyalarla işlerler. Türklerin dilinde her deniz vasıtasının adı farklıdır" diyor. Eski ve hakiki bir İstanbullu denizin üzerinde dolaşan kayıklara bakarak bunların devlet ricaline, zengin bir beye, reayadan birisine, şehzadelere veya tulumbacı neferlerine ait olduğunu hemen anlayabilirmiş: "Türklerin makam, rütbe ve hatta kıdeme verdikleri değer, kayıkçıların yaz kış kafalarından eksik olmayan küçük bereleri kadar değişmez bir kaidedir.
Ünlü Şair Abdülhâk Şinâsi Hisar kayıkları, Boğaziçi'nin garip bir füsûnla, üstlerine ışıklar dökülmüş menekşe renkli sularında yüzen hülyâlı ve yumuşak süzülüşlü varlıkları olarak tarif etmektedir.
Estetik ve zarafetin doruğa ulaşmış olduğu kayıklar, Boğaziçi ve Haliç sularında, mekanlar arası insan naklini gerçekleştirirken meydana gelen renk cümbüşü ve ahenk, gözle görülmeye, kalple hissedilmeye değer bir görünüm arz etmekteydi. Bu görünüm Boğaziçi'nde yıldızlar altında, masalımsı atmosfer içinde geçen musiki fasıllarında su perileri ile dansın dayanılmaz hafifliği ve ahengindeydi.
Deniz Ticareti Dergisi, Yayın Yılı 18, Ocak 2001.(Bu makale VİRA Deniz Kültürü Dergisi, Sayı 15, Temmuz 2007 sayısında geliştirilerek tekrar yayınlanmıştır.)
Mehmet Mazak
Kültür A.Ş.Genel Müdürlüğü
[email protected]